KALEM
Sabah...
Güneş perdenin aralığından sinsi sinsi süzülüyor. Yatağında horuldayan Kuzey, beşinci alarmda kendini yataktan aşağı sarkıtarak uyandı. Rutine alışkın bir beden: banyoya sürüklendi, yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı. Duş aldı, terliklerini savura savura mutfağa geçti.
Yarım ekmek arasında peynir sıkıştırırken hâlâ gözleri tam açılmamıştı. Salona geçti. Sehpanın üzerindeki telefonunu ararken, gözleri masanın üstünde duran şeye takıldı.
Bir kalem.
Simsiyah, neredeyse parlayan bir mürekkep kalemi. Ağır duruyordu, asil. Ama… bir sıkıntı vardı.
“Bu da ne lan?” dedi.
Eline aldı. Tanıdık gelmiyordu.
“Benim değil bu. Eve de kimse gelmedi ki… Haa? Belki eski sevgilim mi bıraktı?.. Yok o da aylar oldu.”
Omuz silkti. “Boş ver.”
Ama kalem… garipti. Dokusu deriydi sanki.
“Yazıyor mu bu?” dedi.
Bir defter kenarına minik bir çizik atmak istedi.
Ama elinden çıkan şey ince uzun bir yılan figürü oldu.
Ve o çizik...
Kıvrılarak canlandı.
ŞLAAAK.
Bir yılan, defterin içinden kıvrıla kıvrıla çıktı. Kuzey gözlerini kırptı.
"Ne oluyor lan?!"
Yılan, tıslayarak hızla onun koluna atladı.
Kuzey çığlık attı. “HASSİKTİR LAN!”
Kolundan bir, bacağından iki ısırık yedi. Acı ani ve keskindi. Panikle ayağa fırladı.
“Senin yılan gibi... amına koyim!” diye bağırdı ve mutfağa koştu.
Dolabın kenarındaki bıçağı aldı.
Yılan hâlâ zıplayarak üstüne geliyordu.
ÇAT.
Bir darbede yılanın başını kesti. Siyaha çalan kan sehpayı boyadı.
Kuzey, nefes nefese yerde oturdu. Elindeki kalem hâlâ titriyordu.
Kuzey derin bir nefes aldı. Elindeki bıçak hâlâ titriyordu, kolundan akan kan sızıyordu ama asıl şaşkınlık yüzündeydi.
Salonun ortasında, kafası kesilmiş bir yılan, inatla kıvranmaya devam ederken, o dizlerinin üzerine çöküp nefesini dengelemeye çalışıyordu.
Bacağında ve diz kapağının üstünde kabarmaya başlayan şişkinlikler, sanki altında bir şey dolanıyormuş gibi titreşiyordu.
“Lan… soktu mu bu? Hay senin… Şişti ama… Neyse, kolonya nerede lan.”
kolonya döktükten sonra kaleme yöneldi
Hafifçe ayağa kalktı.
Gözleri hâlâ sehpanın üstündeki o lanet kalemteydi.
Sanki kendisine bakıyordu.
Kalemi tekrar eline aldı.
“Ne bok bi şeysin sen ya…” diye mırıldandı.
İçini bir merak kaplamıştı.
“Yani... her çizdiğim canlanıyor mu?”
Bu kez yere, temiz bir kâğıt serdi.
Titreyen eliyle, dikkatle bir elma çizmeye başladı. Yuvarlak… üstüne küçük bir sap… biraz gölge…
Ama kalem elmanın dışına ince kıvılcımlar kondurdu, sanki kendi kendine...
Kuzey tam "güzel oldu" diyecekti ki—
BOOM.
Kâğıdın ortasında çizilen şey bir anda şekil değiştirdi.
Bir elma değil…
Alevli bir taşa dönüştü. Turuncu parlayan, kor halindeki bir kaya parçası.
Ve aniden yere düştü.
KUZZZZ.
Ayağının üzerine.
“AAAAAH! ANANIIIII SİKİİİM AYAĞAMMM!!”
Çığlığı mahalleye yayılmıştı ama o bunu düşünemedi bile.
Ayağının üst kısmı buhar çıkartarak eriyordu. Et, kemik derken resmen ayakkabısının içi yanmaya başlamıştı.
Yere oturdu, deliler gibi bağırırken taş hâlâ kıvılcımlar saçıyordu.
“EVİ DE YAKACAK LAN BU TAŞ!”
Sürünerek mutfağa gitti, bulaşıkların altından bir sürahi kaptı, taşın üstüne döktü.
FSSSSSŞHHHHH.
Bir duman bulutu yükseldi. Halının bir kısmı yanmıştı bile.
Nefes nefese kaldı. Ayağındaki yanık bölge kırmızıdan mora, mora yakın bir siyaha dönüyordu.
Buzlukta kalan son birkaç buz parçasını poşete doldurup ayağına bastırdı.
Titreyen elleriyle kaleme tekrar baktı.
"Bu... bu ne lan? Bu... bu kalem değil bu, bu... cehennem aracı gibi bir şey."
Salonda sessizlik çöktü.
Tek ses... Kuzey’in nefesleriyle buzun cızırdamasıydı.
Ama kalem...
Masada hâlâ duruyordu
Kuzey’in ayağı yanmış, canı yanmış, sinirleri tarumar olmuştu ama…
Masadaki o lanet kalem hâlâ ışıldıyordu.
Sanki fısıldıyordu:
“Gel... kaderini belirle”
Kuzey, buz torbasını halının üstüne fırlattı.
"Amına koyim… her çizdiğim şey gerçekten oluyo lan."
Yavaşça masaya döndü. Ayağının üzerine basmamaya çalışarak oturdu.
“Yine denicem seni... ama bu sefer akıllı davranıcam,” dedi.
Bir kâğıt aldı. Kalemi eline aldı.
Bir elma çizmeye başladı ama bu sefer dikkatliydi.
Ayağını çizmeyecek şekilde pozisyon aldı.
Yuvarlağı çizdi, sapı ekledi.
Ve sonra, büyük harflerle altına yazdı:
"ELMA"
“Al lan! Bu sefer ismini de yazdım. İsim belirtiyoruz artık. Allah Allah, hocalar gibi çıktın sen de. Neyse... ver elmayı hadi!”
Ve gerçekten...
Kâğıt kıpırdamaya başladı.
Bir kıvılcım… bir kabarma…
Ve bir anda, sayfanın ortasında buharla birlikte gerçek bir elma belirdi.
Kırmızı, parlayan, mis gibi kokan bir elma.
Kuzey’in gözleri fal taşı gibi açıldı.
"YUH!"
"Oldu lan bu sefer! Bildiğin... bildiğin gerçek elma bu!"
Isırdı.
“Lan... Granny Smith bu ha... tatlı da değil ekşi de değil... klasik elma!”
Kahkahayı bastı.
Ve sonra... beyninde bir kıvılcım daha çaktı.
"Elma olduysa… başka ne olur ki?"
Gözleri parladı.
“LAN ALTIN MI ÇİZSEM?!”
Daha söylemesiyle oturması bir oldu.
"Direkt para çizcem desem... 300 bin tane çizmem lazım. Uğraşamam onunla… Haa, külçe altın! Hem büyük hem net. Mantıklı.”
Yeni bir kâğıt aldı.
Bir dikdörtgen çizdi. Üstüne biraz şekil verdi. Parlaklık efekti attı.
Ve sonra altına yazdı:
“ALTIN”
Kısa bir sessizlik.
Ve ardından...
ŞLAK!
Kâğıdın üstü parladı, sarardı, ısındı.
Ve bir anda, masanın üzerine gerçek bir külçe altın düştü.
ÇAT.
Masa bile hafifçe çöktü.
Kuzey bir an sustu.
Sonra gözleri doldu.
“Lan… zenginim ben…”
Ayağa kalktı. Ayağı yansa da umursamadı.
“ZENGİNİM AMINA KOYİİİİİMMM!”
Altını havaya kaldırdı.
Koşmaya çalıştı, ama ayağı hatırlattı kendini:
“Ah! Ah! Tamam lan! Zenginliğe engel olamazsın!”
Sevinçle kahkahalar atıyordu.
“Kim siker okulu! Hoca mı kaldı lan! Bugün gitmiyorum.
Bugün okula değil, hayata gidiyorum!”
Tüm acılar geçmişti.
Kalemi eline aldı.
Yeni kâğıtlar çıkardı.
"Şimdi sana çalışcam bebeğim... Birlikte bir servet yaratcaz!"
Ve Kuzey...
Saldı kendini çizimlerin büyüsüne.
Kuzey, masanın etrafına dizdiği kâğıtlara bakarken pis bir sırıtış yerleştirdi yüzüne.
Eline bir deste çizdiği külçe altını aldı, yukarıdan kendine döker gibi yaptı.
"Ulan... şu an benimle kim sevgili olmak istemez ki?" dedi kendi kendine.
Ayağındaki yanığı unuttu, yanan halıyı umursamadı.
Hayatı boyunca hiçbir şey bu kadar hızlı değişmemişti.
"Lan bu anın... bu ilahi zenginlik anının tadını çıkaralım bari!"
Yana yattı, bir kâğıt aldı.
“Kalem bebeğim... hazırım…”
Biraz düşündü.
“Ne lazım şimdi? Aaa… alkol!”
“Mutfağa gitmeye üşendim zaten... Ne uğraşcam.”
Kalemi aldı, kâğıda eğildi.
Bir bardak çizdi. İçini dolu gösterdi, üstüne kabarcıklar.
Altına büyük harflerle:
"VİSKİ"
Sonra yanına bir bardak daha…
"BUZLU" yazdı.
ŞLAAAK.
Bardaklar birer birer masada belirdi. Soğukluk üstlerinden damlıyordu.
Kuzey bardaklardan birini aldı, kokladı.
“Vay şerefsiz! Aynı İskoç dağından gelmiş gibi!”
Bir yudum aldı.
Yüzünü buruşturdu. Sonra güldü.
“Bu kalemle ben var ya… kendi cennetimi çizerim oğlum!”
Bir an sustu. Gözleri parladı.
“E bize... bi de kadın lazım."
Gülümsemesi biraz daha büyüdü.
“Stresimizi atcaz yani... hakkımız. Çok çalıştık.”
Kalemi aldı.
Yeni bir kâğıt.
Bu kez çizgileri daha yavaş, daha dikkatli çiziyordu.
“Tam istediğim gibi çizerim. Uslu da olur yaramaz da... hehehe...”
Gözleri kısıldı.
Kaşlarını kaldırdı.
"Of of... Allah affetsin..."
"Sen etmesen de olur be..."
Son dokunuşları attı.
Uzun saçlar... kıvrımlı hatlar… parlak gözler.
Altına yazdı:
"SEXY KADIN"
Saniyelik bir sessizlik.
Kalem titredi.
Kâğıt kıpırdadı.
Ve sonra...
Bir şey oluşmaya başladı.
İlk önce bir silüet… sonra cilt… sonra gözler…
Ama bir şey doğru gitmiyordu.
Kadının ağzı biraz… büyük.
Gözleri çok... hareketsiz.
Ve sesi... garipti.
“Merhaba Kuzey... Bak buradayım.”
Kuzey, karşısındaki kadına bakarken ağzı bir karış açık kaldı.
Gözleri faltaşı gibi, kalbi fırlayacak gibi atıyordu.
“A-NANI AVRADINI S*KİM!”
“Ben hayatımda böyle bir şey görmedim!”
Kadının teni porselen gibi, saçları sanki yumuşak ışıkla örülmüş. Gözleri... yakardı.
Kuzey ağzını şapırdatmaya başladı.
“Senle gecelerimiz var ya... tarumar olacak bebeğim,” dedi, azgın azgın.
Gülümsedi. “Çizdiğim en güzel hatasın...”
Kadın bir şey demedi, gülümsedi sadece.
Ve mutfağa doğru yürümeye başladı.
Kuzey, kadının kıvrımlarına bakarak yavaşça tişörtünü çıkardı.
“Susadı herhalde... Kıyamam ben ona,” dedi, kendini aynada süzerken.
Kas falan yoktu ama özgüven tavandı.
Tam o sırada arkasını döndü.
Kadın mutfaktan dönüyordu.
Ama elinde bir bardak değil, bir bıçak vardı.
Kuzey kaşlarını çattı.
“Ne yapıyosun sen? Noluyo lan?”
Kadının yüzü hâlâ ifadesizdi. Gözleri dümdüz.
Ve sonra… bıçak savruldu.
“AAAAHH!”
Kuzey’in parmağı kopmuştu.
İnce bir çizik gibi başlayan darbe, bir anda kesmişti.
“AMINA KOYDUMUN KAŞARI SENİ!”
Bağırdı. Acıyla yere düştü. Kan fışkırıyordu.
Kadın yaklaşmaya devam etti.
Kuzey geri süründü.
“Dur lan! Deli misin sen?!”
“LAN BU NE BİÇİM KADIN ÖLÜCEN YARDIM EDİN!!!...”
Kadın susuyordu. Gülümsüyordu.
Kuzey bağırmaya başladı.
Kuzey kafayı yemişti ve ne diyeceğini bile bilmiyordu.
O sırada ağlayarak:
“Nisam! NİSAM GEL KURTAR BENİ BU OROSPUDAN!
AHH SENİN KIYMETİNİ BİLEMEDİM AFFET BENİ!”
Ama hiçbir şey değişmedi.
Kadın bir adım daha attı.
Bu kez koluna daldı.
Dirseğinin altı — gitti.
Kuzey, ağzından köpükler çıkartarak çığlığı bastı.
“AHHHHĞĞĞĞĞ... YETER... DURR...?!”
Kadın son kez eğildi.
Bıçağı Kuzey’in boynuna dayadı.
Ve...
“ŞLAKK.”
Saniyelik bir sessizlik.
Kuzey’in cansız bedeni yere düştü.
Ve tam o anda...
Evdeki her şey — yok olmaya başladı.
Altınlar…
Alkol…
Elmalar…
Yılan bile...
Kadın ise yavaş yavaş duman gibi çözülerek yok oldu.
SON
Kuzey'in odasında hiçbir şey kalmadı.
Yalnızca yırtılmış, kanlı kâğıt parçaları.
Ve bir kalem.
Masada tek başına duran, sessiz bir kalem.
Çünkü Kuzey bir şey bilmiyordu:
İnsanı insan yapan şey, aslında adı değil…
Karakteriydi.
Bu yüzden karakterini belli etmedi.
Karaktere bakmıyormuş demek... :)
O yalnızca şekil çizdi.
Ama ruha dokunamadı.
Ve sonunda... çizdiği karanlık onu yuttu.
Yorumlar
Yorum Gönder