HUZUR
Duru, odasının köşesinde, soluk sarı bir masa lambasının altında oturuyordu. Pencereden içeri sızan rüzgar, perdeyi hafifçe kıpırdatıyordu. Elinde bir kitap… Parlaklığını kısmış, telefonunu sessize almıştı. Bu onun en huzurlu anıydı.
Kitabın satırlarında gömülüydü gözleri. Sayfa kenarında kalemle bir şey çizmişti az önce. O an geldi. Gözleri şu cümlede takılı kaldı:
"O gün büsbütün güzeldi. Hiç yaşamamış şeyler gibi güzeldi. Hayatın eşiğinde, düşüncenin eşiğinde son bir defa gördüğümüz şeyler gibi güzeldi..."
Bir anda nefesi yavaşladı. Sanki içindeki bir boşluk bu cümleyle dolmuştu. Gözleri parladı ama dudakları kımıldamadı. “Ne garip…” diye fısıldadı kendi kendine.
Tam o sırada, telefon titredi.
Bir mesaj.
Instagram’dan.
Tanımadığı bir hesap. Profil fotoğrafı net değildi.
Poyraz.
Mesajda sadece şu yazıyordu:
"O gün büsbütün güzeldi… Eğer olsaydı, tabi."
Duru’nun elinden kitap düşecek gibi oldu. Birkaç saniye bakakaldı.
Şaka mıydı bu?
Dinleniyor muydu?
Tesadüf müydü?
Ama bu çok fazlaydı. Aynı cümle. Aynı an.
Yutkundu. Parmakları hafif titredi. Kalbine yakın bir heyecan çöreklendi. Cevap yazmakta kararsızdı ama… bir şey onu itti:
“Siz de mi kitap okuyordunuz? Cümle tanıdık geldi de…”
Cevap gecikmedi:
“Evet. En sevdiğim cümlelerden biri. Sanırım çok tanıdık bir hissi anlatıyor.”
Duru önce telefonu kapatmayı düşündü. Sonra parmakları ekranda kaldı.
Bir anda yazmaya başladı:
“Ben de aynı anda o cümleyi okuyordum... Bu... garip.”
Poyraz bir gülme emojisiyle cevap verdi:
“Demek kader biraz edebi davranmaya karar verdi.”
Duru, o gece ilk kez biriyle sohbet ederken kasılmadı. Cümle kurmak zor gelmedi.
Sanki tanıdığı biriyle, bir şiiri bölüşüyordu.
Saat ilerledikçe konuşmaları da derinleşti: hayat, rüyalar, en sevdikleri kitaplar, karanlık korkuları, ve en sessiz anları...
O gece Duru, ışığı kapatmadan uyuyakaldı.
Telefon ekranı hâlâ açıktı.
Ve son mesajda şu yazıyordu:
Poyraz: “Geceler büsbütün güzeldir, özellikle birine iyi geceler diyebiliyorsan…”
Duru, sabah gözlerini açtığında, yüzündeki ilk şey bir tebessümdü.
Kalbinde tanıdık ama unutulmuş bir his vardı.
Umut gibi.
Belki de uzun zamandır ilk defa birinin “gerçekten” varlığını hissetmişti.
Hemen telefona uzandı. Ekranı açtı.
Ve o mesaj oradaydı:
Poyraz — “Günaydın güzel kelime avcısı.”
Duru gülümsedi.
“Günaydın kelimelerin adamı.”
yazdı.
Ve gün, o mesajla daha bir parlak başlamıştı.
Günler geçtikçe...
Mesajlar uzadı.
Sesli notlar geldi.
Komik fotoğraflar, şiirler, sesli kahkahalar ve yazılmamış itiraflar…
Birbirlerini yavaş yavaş tanıdılar.
Sakince.
Koşturmadan.
Ama içten.
Poyraz bazen geceleri "uyumadan önce" bir cümle yolluyordu Duru’ya:
“Seninle konuşmak, uzun zamandır eksik olan bir sayfanın arasına kalp koymak gibi.”
Ve o cümle Duru’nun içini ısıtıyordu.
Ve bir gün...
Poyraz yazdı:
“Sence de artık bir kahveyi mesajlaşarak değil de yüz yüze içme zamanı gelmedi mi?”
Duru’nun yüreği bir an sıkıştı.
Kalemi düşürmüş gibi hissetti.
Yüzüne renk geldi. Elleri buz kesmişti ama içi alev gibiydi.
“Galiba geldi…”
diye yazdı.
Tarih, saat, yer belirlendi.
Bir kafede.
Küçük, sakin, biraz eski ama sıcak bir yer.
Buluşma günü geldiğinde…
Duru ayna karşısında defalarca saçlarını düzeltti.
Ne giydiği değil, nasıl görüneceği değil, “nasıl hissedeceği” önemliydi.
Ama yine de içindeki çocuk kalbin heyecanı onu titretiyordu.
Otobüste giderken, kulağında sakin bir müzik çalıyordu.
Ama kalbinde davullar vardı.
Poyraz da uzakta bir yerde, aynaya bakıp saçını geri itti.
Gülümsedi.
Ve ikisi…
Henüz birbirlerini gerçek hayatta hiç görmemiş iki kişi…
Bir kafede…
Saat 17:12’de…
İlk defa göz göze geleceklerdi.
“Göz Gözeyken Kalp Gibi: İlk Buluşma”
Duru o sabah aynaya defalarca bakmıştı.
Giydiği tişört, saçının dalgası, çantasının askısı…
Hepsi sıradandı belki ama Duru’nun içindeki heyecan olağanüstüydü.
Evin kapısından çıkarken kalbini dışarıda unutmuş gibiydi.
Ve yürüdükçe içinden tekrar tekrar düşünüyordu:
“Ya yüzümdeki heyecanı anlarsa? Ya konuşamam? Ya sessiz kalırsam?”
Ama bilmediği bir şey vardı.
Poyraz da aynı telaşları çoktan yaşamış, şimdi sadece onu sakince bekliyordu.
Buluşma noktasında...
Poyraz bir kafede dışarıya bakan masalardan birine oturmuş, elindeki kahve bardağını çevirip duruyordu.
Gözleri çevreyi süzüyordu ama birini arar gibiydi.
Ve o an...
Gözleri Duru’ya takıldı.
Uzakta, yavaş adımlarla, başı hafif eğik, ürkek bir gülümsemeyle yaklaşan bir kız.
Göz göze geldiler.
Poyraz el salladı, Duru’nun içi darmadağın oldu.
Kalbi ritim tutmayı unuttu bir an.
Yavaşladı adımları.
Derin bir nefes aldı ama işe yaramadı.
Yaklaştı.
Poyraz ayağa kalktı, gülümsedi ve elini uzattı.
Duru elini uzattığında elleri titriyordu.
Terliydi.
Ama ilk defa birinin bakışı, onun kaygılarını susturdu.
“Merhaba...”
dedi Poyraz.
“Merhaba.”
dedi Duru, fısıltıya yakın bir sesle.
Ve sonra... her şey kolaylaştı.
Kahveler geldi.
Konuştular.
Güldüler.
Sustum sandığı yerlerden cümleler aktı.
Poyraz, Duru’nun gözlerine bakarken saatleri unuttu.
Duru ise fark etmeden kalbinin dengesini kaybetti.
Aradan günler geçti.
Kafelerde, sahilde, bir park bankında…
Tatlı buluşmalar, içten sohbetler…
Birbirlerini tanımak değil, anlamak için buluştular her seferinde.
Ve bir gün...
Poyraz, sol cebinden çıkardığı minik not kâğıdını uzattı Duru’ya.
Kâğıtta el yazısıyla sadece şu yazıyordu:
“Ben artık sadece yazılarda değil, hayatında da olayım ister misin?”
Duru, kağıdı okurken kalbi hızlandı ama bu sefer heyecandan değil, sevinçten.
Başıyla “evet” dedi.
Ve o an...
İkisi de göz göze geldiğinde, bir şeyin başladığını biliyorlardı.
Artık sevgiliydiler.
Ama bu sıradan bir ilişki değil, ruhun usulca sarılmasıydı.
Beraber yürüdükleri sokaklar bile onlara farklı görünmeye başlamıştı.
Küçük şeyler yetiyordu: bir kahkaha, bir sessizlik, bir omza yaslanış…
Bir yıl olmuştu.
Tam bir yıl.
Onca mesaj, onca anı, kahkahalar, göz göze gelmeler…
Hepsi bir takvim yaprağının içinde akmış geçmişti.
Ve beraber sevgililik yıl dönümünü kutlamak için güzel bir plan yapmışlardı.
Duru, aynanın karşısında makyajını düzeltirken gülümsüyordu.
Kalbinde, tarif edemediği bir sıcaklık…
İçindeki çocuk sevinçle zıplıyordu.
Bugün yıl dönümleriydi.
Ceketini aldı, çantasını omzuna attı.
Tam evden çıkmadan önce, Poyraz’ı arayıp
“Aşkım ben çıkıyorum, birazdan oradayım.”
demek istedi.
Ama…
Telefon rehberine girdiğinde…
Poyraz yoktu.
Aşkım diye kayıtlı olan numara da yoktu.
Hiçbir isim, hiçbir harf…
Yutulmuştu sanki.
Kaşlarını çattı.
Hemen mesajlar bölümüne geçti.
Ama orada da hiçbir iz yoktu.
Sanki o satırlar hiç yazılmamış, sesli notlar hiç gönderilmemişti.
“Saçmalık bu…”
diye mırıldandı.
Instagram’a girdi.
“Poyraz”ı aradı.
Hiçbir sonuç çıkmadı.
Mesaj kutusuna girdi…
Boşluk.
Sessizlik.
Telefonu titreyen elleriyle yere bıraktı.
Odanın ortasında, zihninde bir çöküş başladı.
Gözleri doldu ama ağlayamadı.
“Hayır… Hayır… Beni bırakmadın, değil mi?”
Aynaya döndü.
Az önce o aynada neşeyle hazırlanan kız gitmişti.
Duru, şaşkındı.
Korkuyordu.
Ama aynı zamanda umutla doluydu.
"Belki bir yanlışlık oldu. Belki arızalandı her şey. Belki o hâlâ oradadır..."
Kendine tekrar tekrar bunu söyleyerek, bastı ayaklarını yere.
Adımları onu poyrazla buluştuğu yere götürdü.
Bank aynıydı.
Hava aynıydı.
Ama...
O yoktu.
Zaman geçti.
İnsanlar geldi geçti, kuşlar uçtu, saatler aktı.
Ama Duru’nun beklediği kişi gelmedi.
Duru oturduğu yerden kalktı.
Son bir umut...
Poyraz’ın yaşadığını düşündüğü apartmana gitti.
Merdivenleri çıktığında kalbi hızla atıyordu.
Zile bastı.
Cevap yok.
Bir daha bastı.
Yine yok.
Yüzündeki heyecan yerini korkulu bir gerginliğe bırakmıştı.
O sırada, aşağıdan yaşlı bir adam iniyordu.
Kibarca yaklaştı Duru’ya:
"Kızım, kimi arıyorsun? O daire 3 yıldır boş..."
Duru'nun rengi attı.
“Boş mu? Ama... burası Poyraz’ın evi. Burada oturuyordu. Defalarca geldim, biliyorum ben.”
Yaşlı adam biraz geri çekildi, yüzü tedirgindi.
“Poyraz mı dedin? O isim...
Kızım, burası üç yıl önce silahlı saldırıya uğradı. Ailece katledildiler. Çocukları da vardı... Poyraz da onlardan biriydi.”
Zaman durdu.
Sanki hava birden çekilmiş, dünya susmuştu.
Duru’nun ayakları titredi.
Başını iki yana sallayarak geri geri adım attı.
“Hayır... Hayır olamaz... Bu bir şaka olmalı. Ben onu tanıyorum! O gerçekti! Konuştuk, mesajlaştık, buluştuk...”
Ama adam sadece acıyarak baktı.
“Kızım, belki bir hayal görüyorsundur. Bazen insan çok yalnız olunca... geçmişin yankılarını duyar. Olmayan birini var sanır.”
Duru’nun gözleri dolmuştu.
Her şey…
Her şey bu kadar mı yalan olabilirdi?
Yavaşça merdivenleri indi.
Adımları artık hafif değil, ağırdı.
Yüreği çöküktü.
Her adımda boğazına bir düğüm yerleşti.
“Poyraz... Sen… Sen hiç var olmadın mı?”
Eline aldığı telefona baktı.
Her şey silikti.
Poyraz’dan hiçbir iz yoktu.
Sanki biri, onun hayatından birini değil, bir anlamı söküp almıştı.
Evine dönerken gözyaşlarını tutamıyordu.
Omuzları titriyordu.
Ama sokakta yürürken kimse bir şey sormuyordu.
Çünkü dışarıdan sadece yağmur yağıyor gibiydi.
Ama Duru’nun içinde fırtına kopuyordu.
Duru, eve dönerken içindeki korku ve üzüntü adeta ağır bir yorgan gibi üstüne çökmüştü.
Kapıyı açtı, sessizliği içine çekti.
Odada yalnızdı.
Gecenin koynunda, pencereden sokak lambalarının titrek ışıkları dans ediyordu duvarda.
Ama Duru’nun gözleri hiçbir şeye odaklanamıyordu.
Kafasının içinde binlerce soru, binlerce "ya eğer..." çığlık atıyordu.
Saatler geçmiş, gözleri kapanmaya yüz tutmuştu ama bir türlü uyuyamıyordu.
Yorgundu… Çok yorgun ama huzursuz.
Düşünceler zihninde birbirine karışıyordu.
Tam o anda, telefonu titredi.
Ekrana baktı.
Mesajı gönderen: “Aşkım”
Kalbi bir anda hızlandı, elleri titredi.
Mesajı açtı, ekranda beliren o satırlar…
Ama orada yazanlar, onu daha da derin bir bilinmezliğe sürüklüyordu…
Duru, ekrandaki “Uyudun mu?” mesajını okuduğunda, gözlerine inanamadı.
Ne cevap vereceğini bilemedi, korkusu yüreğini sıkıştırıyordu.
Birden telefon çalmaya başladı.
Arayan “Aşkım”dı, yani Poyraz.
Kalbi neredeyse duracaktı, elleri titreyerek açma tuşuna uzandı.
Zor da olsa titrek bir sesle “Alo” dediğinde, birden kendini uyanmış buldu.
Annesi nazikçe seslendi: “Duru, hadi gel canım, kahvaltıya.”
Duru, nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu, etraf bulanıktı, sanki uzun bir rüyadan yeni uyanmış gibiydi.
Telefona baktı, artık Poyraz’a dair hiçbir iz yoktu.
Ne mesaj, ne arama…
Duru için zaman ve gerçeklik bambaşka bir hale gelmişti.
Yanında duran kitap vardı; o ilk gün okuduğu kitap.
Kitabın sayfası açık, o söz belirgin bir şekilde altı çizilmişti:
“O gün büsbütün güzeldi. Hiç yaşamamış şeyler gibi güzeldi. Hayatın eşiğinde, düşüncenin eşiğinde son bir defa gördüğümüz şeyler gibi güzeldi…”
Duru, o sözleri çizdiğini hiç hatırlamıyordu. İçinde garip bir boşluk, çaresizlik vardı.
Yaşadıklarının bir rüya olduğunu kabul etmekten başka çaresi yoktu.
Ama ne kadar isterse istesin, eski o sıkıcı, içe kapanık, heyecansız hayatına dönmek zorundaydı.
Çünkü gerçekler, bazen hayallerden bile acımasızdı.
Ve Duru, yavaş yavaş o eski yalnızlığına geri döndü; içindeki o umutlu kıvılcım sönmüş, hayat yeniden sessizliğe gömülmüştü.
Ahmet Hamdi TANPINAR'a sevgilerle...
Yorumlar
Yorum Gönder