Seraya, dünyanın boğuk ve tekdüze havasında adeta nefessiz kalmıştı. Her şey o kadar sıradandı ki, günler birbiri ardına aynı renk tonlarında akıp gidiyor, hayatın hiçbir köşesi ona umut veya heyecan vermiyordu. İnsanlar... ah, insanlar! Onlara ne zaman baksa, gözlerinde boşluk görüyordu. Kültürden yoksun, sığ düşüncelerle örülmüş hayatlar yaşayan bu kalabalık, Seraya’ya sadece gürültü ve çirkinlikten ibaret görünüyordu.
Bu yüzden kendi kabuğuna çekilmişti. Kitaplar... Onlar onun nefesiydi, kaçışıydı, belki de gerçek dünyasıydı. Sayfaların arasında dolaşırken, kendini var edebildiği tek yerin orası olduğunu hissederdi. Fakat gerçek dünya, soğuk ve yalnız bir şekilde kapısının ardında onu beklemeye devam ediyordu.
Arkadaş edinemedi, bağ kuramadı, çünkü kimse onun gibi düşünmüyordu. Kimse onun kelimelerle kurduğu köprülere adım atacak kadar cesur veya derin değildi. Böylece yalnızlık, onun en sadık yoldaşı oldu.
O gece, odasının loş ışığında yine aynı duygu göğsünde ağır bir taş gibi yer etmişti. Bir şeyler içten içe onu sıkıştırıyordu; boğazına düğümlenen bir huzursuzluk... Elini uzattı, en sevdiği kitaplardan birini aldı. Parmakları kapağın sert dokusunu hissederken bir an gözlerini kapattı.
Sayfaları aralayıp okumaya başladığında kelimeler zihninde bir bir canlandı. Ama bu sefer farklıydı. Okudukça içinde büyüyen bir isyan vardı. Kaşları çatıldı, dudaklarından alçak ama öfkeli bir fısıltı döküldü:
“Neden? Neden ben böyle bir dünyada yaşamıyorum? Offf...”
Kitabın kahramanı özgürdü, cesurdu, hayalini kurduğu her şeye sahipti. Oysa kendisi... Sıkışmış, anlaşılmamış ve yalnız bir yabancıydı kendi dünyasında.
Seraya, boğazında düğümlenen öfke ve umutsuzlukla kitabı hızla kapattı. Tam o anda, odanın sessizliğini yırtan bir şey oldu: Halının üzerinde, sanki yerin altından bir ateş parıltısı yükseliyormuş gibi, bir işaret belirdi. İncecik çizgilerle örülmüş, kadim ve anlaşılmaz bir sembol... Seraya gözlerini kırptı, aklının ona oyun oynadığını düşündü. Ama hayır, bu... bu gerçekten oradaydı.
Kalbi hızla atmaya başladı. Etrafına baktı. Odaya bir sessizlik çökmüştü; yalnızca kendi nefes alışlarının sesi duyuluyordu. Tam o sırada, kitaplardan bir fısıltı geldi. Sanki her biri canlanmış, kendi sayfalarından ona sesleniyordu. Seraya irkilerek geri çekildi. Gözlerini kapadı, kulaklarını tıkadı, ama sesler gitmiyordu. Fısıltılar daha güçlü hale geldi, sonra derin ve yankılı bir sese dönüştü:
“Hangi kitapta yaşamak istiyorsan... onu işarete yerleştir.”
Seraya’nın kanı çekildi. Bir adım geri attı, gözleri korkuyla doldu. Dudaklarından titrek bir cümle döküldü:
“Bu... bu bir şaka mı? Olamaz... bu gerçek olamaz.”
Ama gerçek gibiydi. Hayır, bundan bile fazlası... Gerçekten oluyordu. O an Seraya’nın içinde korkunun yanında bambaşka bir duygu da kıvılcımlandı: Heyecan. Ellerinin titremesini durduramıyordu, ama içinden bir ses onu itekliyordu: Şimdi, şimdi hayalini kurduğun dünyaya gitme şansı var!
Seraya hızla raflara koştu. Gözleri, yıllardır en sevdiği kitapların üzerinde dolaşıyordu. Parmakları, sayfalarla kurduğu eski dostlukların arasında kayıp gidiyordu. Sonunda onu buldu: Hayalini kurduğu o kitap... Hem aşk hem fantastik; kahramanları, büyüleri, tutkulu hikâyeleriyle aklında yer etmiş bir dünya. Seraya kitabı göğsüne bastırdı, gözleri parladı.
Ama tam işarete eğilip kitabı yerleştirecekken... gürültülü bir ses duyuldu. Raflardan bir kitap fırlayıp düştü—hem de tam işaretin üzerine. Seraya’nın gözleri büyüdü. Yere düşen kitap, onun dünyasına açılan kapı değil... Katil yaratıkların kol gezdiği karanlık bir korku romanıydı.
Seraya’nın içini buz gibi bir ürperti kapladı. Dudakları titredi, boğazından kopan ses çığlığa dönüştü:
“Hayır! Hayır, hayıııır!”
Ama artık çok geçti. İşaret, karanlık bir ışıkla parladı, zeminden yükselen bir girdap odanın havasını emmeye başladı. Seraya’nın ayakları yerden kesildi, rüzgâr gibi bir güç onu çekiyordu. Çığlıkları dört bir yana savrulurken, gözleri korku ve çaresizlikle büyümüştü.
Son gördüğü şey, raflardan düşen o lanetli kitabın kapağı oldu. Ardından... ışık, karanlık ve sessizlik.
Seraya... artık kendi dünyasında değildi.
Seraya kendine geldiğinde, yüzünü keskin bir soğukluk yaladı. Yerde yatıyordu, bedeninin ağırlığı sanki onu toprağa gömüyordu. Göz kapakları titreyerek aralandı, ilk gördüğü şey... gökyüzü değil, gökyüzünü örten kara dallardı. Ağaçlar öyle yoğundu ki, tek bir yıldız bile görünmüyordu. Ama dalların arasında, ona bakan gözler vardı. Parlak, uğursuz, sabit gözler.
Gözlerini kısarak baktığında kargalar olduğunu gördü. Ama bunlar bildiği kargalara benzemiyordu. Çok daha büyüktüler, gagaları hançer gibi sivri, gözleri kan kırmızısıydı. Dalların üzerinde sessizce bekliyorlardı, ama bekleyişlerinde bir açlık vardı.
Seraya’nın kalbi deli gibi atıyordu. Titreyen dudaklarından kelimeler döküldü, kendi kendine fısıldadı:
“Ben... ben burada ne yapacağım? Nereye düştüm ben?!”
Sesi kendi kulaklarında bile yabancıydı; korku boğazını sıkıyordu. Ağlamaya başladı. Gözlerinden yaşlar süzülürken yavaşça doğruldu, bacakları titriyordu. Ayağa kalktı, adımlarını geri geri atarken kargalar hâlâ onu izliyordu. O anda tüyler ürpertici bir ses çıktı boğazlarından: “Grrrak... grrrak...”
Ve sonra... saldırıya geçtiler.
Korkunç bir hızla kanat çırpıp üzerine atıldılar. Dev kanatlar rüzgâr gibi yüzüne çarptı. Seraya çığlık attı, elleriyle yüzünü korumaya çalışarak koşmaya başladı. Ama kargalar çok güçlüydü. Gagaları ve pençeleri koluna saplandı, ufak ufak et parçaları kopardılar. Acı öyle büyüktü ki nefesi kesildi, gözlerinden kanlı yaşlar akıyor gibiydi.
“AHHH! LÜTFEN! HAYIIIIR!”
Kan kokusu havaya karışmıştı. Seraya delice koşuyordu, gözleri önünde karanlığın içinde bir şekil belirdi: Ufak, harabe bir kulübe. Tüm gücüyle oraya doğru atıldı. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi.
Kapıya ulaştı, omuzlarıyla vurarak açtı ve içeri daldı. Kapıyı hızla kapattı, nefes nefese kalmıştı. Kargaların kanat sesleri kulübeyi dövüyordu, gagaları kapıya saplanıyor, tahtaları çatırdatıyordu. O kadar güçlüydüler ki, kapının her an paramparça olabileceğini hissetti.
Seraya panikle etrafa baktı, yere devrilmiş eski bir tahta parçası buldu. Kapı zorlanırken, bir anlığına kapının üst kısmından içeri süzülen bir karga kafası göründü. Seraya bütün gücüyle tahtayı savurdu. Tahta karganın kafatasını kırdı; hayvan çığlık atarak yere düştü, can çekişti... ve öldü.
Diğer kargalar, bir anlık sessizliğin ardından tiz bir çığlık attı ve hızla uzaklaştılar. Gökyüzünde kara bir gölge gibi kaybolana kadar çığlıkları kulübeyi doldurdu.
Seraya, elindeki kanlı tahtayı bırakıp yere çöktü. Ellerini titreyerek yüzüne kapattı. Omzundan süzülen kan, toprağa damlıyordu. Nefesi düzensizdi, kalbi hâlâ göğsünü parçalayacak gibi atıyordu.
Ama derinlerde, bir şey biliyordu: Bu daha başlangıçtı.
Seraya, kulübenin köşesine yaslanmış, kan içinde kalmış koluna baktığında nefesi kesildi. Derisinin altından kırmızı et parçaları görünüyordu; her nefeste acı beynini zonklatıyordu. Gözyaşları yeniden yanaklarına süzüldü, ama titreyen parmaklarıyla kıyafetinden parçalar kopardı ve yarasını sarmaya başladı. Bezi sıktıkça acı çığlık gibi bedenine yayıldı.
Bir süre derin derin nefes aldı, kendini toparlamaya çalıştı. Sonra yavaşça başını kaldırdı ve kulübeye baktı. Duvarlar yosun tutmuştu, tavan örümcek ağlarıyla doluydu. Ağların arasında siyah, kalın bacaklı örümcekler geziniyordu. Hava öyle ağır ve kötü kokuyordu ki, her nefeste midesi bulanıyordu.
Seraya hıçkırarak fısıldadı:
“Hayır... hayır ya... bu benim hayal ettiğim dünya değil... lanet olsun!”
Tam o anda, ormanın derinliklerinden bir ses yükseldi. Boğuk, tüyler ürpertici, insanın iliklerine kadar işleyen bir ses... Bir kükreme mi, yoksa bir çığlık mı? Anlamak imkânsızdı. Seraya’nın kalbi göğsünden fırlayacak gibiydi. Hemen yere çömeldi, nefesini tutarak pencereden yavaşça baktı.
Ve gördü.
Ormanın karanlığı arasında devasa bir yaratık yürüyordu. Gölgesi bile ağaçları kaplıyordu. Dört kollu, kaslarla örülü, derisi zifir gibi karanlık... Başını kaldırdığında, yüzü Seraya’nın kabuslarından bile beterdi: Ağzı timsahınki gibi geniş, dişleri hançer gibi keskin, her nefeste salyaları yere damlıyordu.
Ama asıl korkunç olan... yaratığın elindekiydi. Bir adam. Kolları çırpınıyor, sesi kulakları yırtıyordu:
“YARDIM EDİN! NE OLUR! BENİ KURTARIN!”
Seraya’nın gözleri dehşetle açıldı, dudakları kıpırdadı ama ses çıkmadı. Adamın çığlıkları, kulübeyi bile titretiyordu. Ama yaratık, hiçbir şey olmamış gibi başını eğdi... ve adamı tek hamlede ortadan ikiye böldü. Kan, kırmızı bir yağmur gibi toprağa sıçradı. İç organlar yere dökülürken, yaratık çiğ çiğ parçaları koparıp yemeye başladı. Kemiklerin kırılma sesi ormanın sessizliğini deldi geçti.
Seraya’nın gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Dişleri birbirine vuruyor, tüm bedeni kontrolsüzce titriyordu. Elleriyle ağzını kapattı, ses çıkarmamaya çalıştı. Ama kalbinin atışı öyle hızlıydı ki, sanki bütün kulübeyi dolduruyordu.
Yaratık çiğnerken bir an durdu... Başını kaldırdı. Kulübenin olduğu yöne çevirdi. O kırmızı gözler... karanlığın içinden parladı.
devam edecek...
Yorumlar
Yorum Gönder