AYICIK

 

Bekir, kendi halinde bir adamdı. Ne çok konuşurdu ne de çok dinlerdi kimseyi. Uzun zamandır yalnız yaşıyordu; apartmanın en üst katındaki dairesinde, sessizce, kendi düzeninde… Günleri hep birbirine benzediğinden bazen sokakta öylesine gezinir, vitrinlere bakar, boş boş adımlar atardı.

O gün yine öyle bakınırken, sokak arasında pek de dikkat çekmeyen bir dükkân ilişti gözüne. Üstünde tozlu, soluk bir tabela vardı: "Oyuncak Alemi."
“Ne işim var şimdi burada?” dedi içinden ama adımları onu çoktan içeri sokmuştu bile.

İçerisi tuhaf bir sessizlikle doluydu. Raflar eski oyuncaklarla sıkış tepişti. Bazısı kırık dökük, bazısı tozlanmış… Tam çıkacakken, köşedeki rafta bir şey dikkatini çekti. Kocaman, kahverengi bir peluş ayıcık.
Bekir, yüzünde hafif bir alaycı tebessümle yanaştı.
“İyiymiş he… Şunu alayım da, canım sıkıldıkça güzel bir yumruk atarım. Strese birebir,” dedi kendi kendine.

Oyuncağı kucakladığında ne kadar büyük olduğunu bir kez daha fark etti. Sanki küçücükken gördüğü o eski boks torbalarını hatırlatıyordu. Kasada yaşlı adam ne dese de dinlemedi, parayı bıraktı, oyuncağı kaptı çıktı.
Yolda yürürken arada kolundan aşağı kayıp yere düşen ayıcığı tekmeyle tekrar toparlayıp aldı. “Ne kadar büyükmüş ya… Güzel stres atarım ben bunla,” diye homurdandı.

Eve geldiğinde hiç düşünmeden salonun ortasındaki koltuğa fırlattı oyuncağı. Peluş ayıcık, öylece yan yatıp sessizce bekledi.
Bekir duşa girdi. Suyun sesi, apartmanın sessizliğini kısa süreliğine bozdu. Sonra çıktı, bir şeyler atıştırdı, biraz mutfağı topladı. Gün sıradan akıyordu.

Geceye doğru televizyonun karşısına geçti. Kanalları şöyle bir gezindi, ilgisini çeken bir şey yoktu ama kumanda elinde, arada sırada yanındaki koltukta sırıtan ayıcığa el uzatıyordu. Bir iki tokat, bir iki yumruk…
“Hop! Vuruyorum sana, stres atıyorum, ne olacak!” diye kendi kendine güldü.

Ayıcık sessizdi. Hep sessizdi.
Ama Bekir, o gece daha ilk kez fark etmeden bir oyuncağa alışıyordu.

Zaman akıp geçti. Gecenin sessizliği Bekir’in üzerine ağır bir battaniye gibi çökmüştü. Televizyon açıktı, ekranın solgun ışığı arada bir değişiyor, odanın duvarlarına yorgun gölgeler vuruyordu. Bekir, kanepeye serilmiş, sızıp kalmıştı.

Sabah olduğunda bir tuhaf hisle uyandı. Boynu tutulmuştu, sırtı ağrıyordu. Birkaç saniye nerede olduğunu kavrayamadan gözlerini ovuşturdu. Başını kaldırınca gözleri yine o koltuktaki peluş ayıcığa ilişti. Hareketsiz, sessiz, ifadesiz…
İçinden bir öfke kabardı. Anlamsız bir öfke.

Odasına yürüdü. Kapının kenarında duran eski, kalın sopayı aldı. Yavaşça salona döndü.
Bir anda, sanki içinde bir şey kopmuş gibi hışımla ayıcığa saldırdı. Sopayla bir sağa bir sola savuruyordu onu. Koltuktan yere, yerden duvara, duvardan tekrar koltuğa… Her vuruşunda kendi kendine gülüyor, nefes nefese kalıyordu.

“Al lan! He? Ne oldu, bir şey diyemiyon değil mi? Ahahaha… Psikopat mıyım ben? Olabilir! Yalnızlıktan kafayı mı yedim? Belki de!” diye kendi kendine saçmalarken nefesi tükenmiş gibi oldu.
Sopayı kenara bıraktı.
Hala gülüyordu ama artık gülüşleri yorgun bir hırıltıya dönmüştü.

“Tamam… Karnımı doyurayım, sonra tekrar kavga ederiz senle…” dedi, ayıcığın gözlerine bakarak.
Ayıcık cevap vermedi. O hep sessizdi zaten.

Mutfakta basit bir kahvaltı hazırladı. Bayat ekmek, zeytin, bir bardak çay… Tıkandı, zorla yedi. Artık karnı doymuştu ama aklı doymuyordu. O yüzden dışarı çıktı.
Biraz hava alayım diye yürüdü, yürüdü. Sokağın köşesinde birkaç genç kız gördü. Üzerlerinde ince elbiseler, yüzlerinde hafif makyaj… Bekir onları süzdü.

“Off anam bunlar ne be…” dedi pis bir sırıtışla.
“Şöyle bir manitamız olsa… Ne iyi olurdu be. İnsan gibi yaşardık belki.”

Ama ne zaman göz göze gelmeye çalışsa, kızlar yüzünü çevirdi. Onu gören yoktu, onu duyan yoktu. Sanki o zaten hiç yoktu.
İçindeki öfke kabardı.
“Ulan! Görmüyosunuz işte beni. Görmeyeceksiniz de… Hepiniz aynısınız!” diye mırıldandı dişlerinin arasından.

Sinirli adımlarla eve döndü. Kapıyı sertçe kapattı.
Sopayı aldı.
Bu kez daha sert, daha acımasız vurmaya başladı ayıcığa.
Her vuruşta içindeki yalnızlığı, öfkeyi, umutsuzluğu akıtıyordu sanki.

Salonun içinde koca peluş oyuncak bir sağa, bir sola savrulurken Bekir gülüyor, terliyor, nefes nefese kalıyordu.

Ve ayıcık…
Hâlâ sessizdi.

Kimse onu görmüyordu. Kimse ona bakmıyordu. Kimse onun adını bilmiyordu bile. Bekir, yalnızlığın bedelini ödemek için kendince bir yol bulmuştu. Zavallı, aciz bir adamdı. Akıldan yoksun, sevilmekten bihaber… Dışarısı ona bakmıyordu çünkü içi bomboştu.
Ama o, bütün öfkesini, bütün çaresizliğini o peluş oyuncaktan çıkarıyordu.
Koskoca, sessiz bir ayıcık…
Ne günahı vardı?
Ama Bekir’in umurunda değildi.

Gece yine bastırmıştı. Salonun lambası açık, televizyon titrek ışıklarla loş duvarları dövüyordu. Bekir, yine kanepeye serilmiş, ağzı yarı açık bir şekilde sızıp kalmıştı.
Ayıcık, ters dönmüş, yüzüstü yerde öylece yatıyordu.

Sabah oldu.
Bekir gözlerini açtı. Ama bir tuhaflık vardı.
Kıpırdayamıyordu.
Kolu, bacağı… Tüm bedeni hareketsizdi. Sanki ağırlıklar bağlanmıştı kaslarına.
Yalnızca gözleri açıktı.
Yavaş yavaş fark etti.
Boyutu küçülmüştü.
Evet… Artık o devasa ayıcıkla aynı boyuttaydı.
Ve kendi bedenini göremiyordu, sadece o koltuğun köşesine devrilmiş, yamuk bir şekilde duran… oyuncak gibi hissediyordu kendini.

Bağırmak istedi. Boğazını zorladı.
“Yardım edin!”
Ama ses çıkmıyordu.
Kendi içinden konuşuyordu ama dünyaya ulaşamıyordu sesi.

İşte o anda…
İçeriden bir ses geldi.
Bir kapı aralandı.
Ayak sesleri…
Ama o adımlar insanın değilmiş gibi ağır ve derindi.

Kapının eşiğinde belirdi.
Ayıya benzeyen bir şey… Ama insana da…
Ayakta duruyordu, elleri vardı. Üzerinde kıyafet yoktu ama teni neredeyse insan derisi gibiydi.
Yüzü tamamen bir ayıydı.
Ve elinde…
Bekir’in geçen gün kullandığı sopa.

Sessizce yaklaştı.
O an Bekir gözleriyle haykırdı:
“Hayır! Hayır! Yapma!”
Ama sesi hâlâ yoktu.
Ayı, hiç konuşmadan, hiç bakmadan, sopayı kaldırdı.
Bekir’in o hareketsiz, aciz bedenine ilk darbeyi indirdi.

Çıt.
Kemik sesi gibi.
Bekir yana doğru devrildi.
Sonra bir daha.
Bir daha.

Bekir’in içinden bir şeyler kırılıyordu.
Sadece kemikleri değil, aklı da paramparça oluyordu.
Kan, koltuğa damlıyordu artık. Oyuncak kanamazdı. Ama Bekir kanıyordu.
Peluş gibi bir şekilde yan yatmıştı.
Bağıramıyordu.
Ağlayamıyordu.
Acının ortasında nefessiz, çaresiz kalmıştı.

Salon… Kan, ter, sessizlik ve o garip yaratığın nefesiyle doluydu.

Ve o ayı-insan…
Bekir’in kırılmış bedenine son bir kez bakıp sopayı sessizce yere bıraktı.
Ardından, hiçbir şey demeden arkasını dönüp karanlığa yürüdü.

Bekir, hâlâ hayattaydı.
Ama o an ilk kez gerçekten anladı:
Artık bir oyuncaktan farkı yoktu.

Zaman geçiyordu. Ne kadar geçtiğini bilmek mümkün değildi artık. Bekir için geceyle gündüz arasındaki fark silinmişti. Acının içinde sıkışıp kalmıştı. Bedeni, koltukta bükülmüş şekilde yatıyordu. Kıpırdayamıyordu.
Her yerinde kırıklar vardı.
Her yerinde ezikler.
Ama çığlık yoktu. Çığlık çıkmıyordu.

Ve o yine geldi.
Ayı şeklindeki insan.
Kapının aralığından karanlık bir gölge gibi süzüldü. Sessizce yaklaştı.

Bekir’i sanki hiçbir ağırlığı yokmuş gibi kolayca havaya kaldırdı. Bir süre baktı ona. Gözleri yok gibiydi; sadece derin, boş, karanlık bir bakış.
Sonra bir anda…
Duvara fırlattı.

Pat!
Bekir’in kemikleri tekrar çatladı. Duvarın sert yüzeyinden yere sekip düştü.
Kıpırdayamıyordu.
Yerde öylece yatarken ayı-insan yanına yaklaştı.
İlk tekme.
Sonra bir daha.
Ve bir daha.

Her darbe Bekir’in içine saplanan bıçaklar gibiydi.
Ama sesi yoktu.
Çığlığı yoktu.
Canı yanıyordu, kanıyordu, ama kimse duymuyordu.
Çünkü Bekir artık sadece bir eşyaydı.

Ayı-insan onu yerden aldı, tekrar koltuğa koydu.
Ve başladı.
Bir boks makinesine çalışır gibi, soğuk, acımasız yumruklar savurmaya.
Yüzüne…
Karnına…
Göğsüne…
Omzuna…

Bekir’in iç organları, kemikleri artık birer oyuncak parçası gibi eziliyordu.
Her darbe daha sertti.
Her darbe Bekir’i biraz daha un ufak ediyordu.

Ve yine sessizlik.
Ayı-insan bir anda durdu.
Sanki yorulmuş gibiydi.
Hiç konuşmadı.
Hiçbir şey söylemeden, o koca gövdesiyle yere uzandı.
Ve oracıkta, koltuğun önünde, uyumaya başladı.

Bekir ters dönmüş, bükülmüş, kanlar içinde…
Bir oyuncak gibi…
Hareketsiz ve sessizdi.

Ama içinden çığlıklar hâlâ atıyordu.
Kimse duymuyordu.
Kimse bakmıyordu.
Çünkü Bekir artık sadece bir oyuncaktı.

Sabah olmuştu.
Güneş pencereden içeri sızıyor, tozların arasında titrek ışıklar dans ediyordu. Ama Bekir için fark etmiyordu.
O gözleri açık, koltukta yan yatmış, hareketsiz, çaresiz bir halde öylece bekliyordu. Uyuyamıyordu.
Artık uykunun bile ona hakkı yoktu.
Bir şey onu oraya hapsetmişti.
Ayı şeklindeki adam mı?
Kendi aklı mı?
Kimse bilemezdi.

Ayı-insan ağır adımlarla uyandı.
Hiçbir şey söylemeden, Bekir’e tek bir bakış bile atmadan yavaşça içeri yürüdü.
Bekir’in içinden bir ses “Kurtuldum galiba” dedi.
Ama o ses bile boğuk, umutsuzdu.

Saatler geçti.
Bekir hâlâ aynı yerdeydi.
Yalnız, kırık, paramparça, acının içinde…
Bu çile ne zaman bitecekti?
Bekir bilmiyordu.
Belki de hiç bitmeyecekti.

Derken…
Kapı aralandı.
Ayı-insan geri geldi.
Bu sefer elinde bir şey vardı.
Uzun, ince, keskin bir bıçak.
Paslanmamıştı. Işığı keskin bir sessizlikle yansıtıyordu.

Bekir’in içini bir korku sardı. Daha önceki korkulardan farklıydı bu. Bu, sonun kokusuydu.
Bağırmak istedi. Çırpınmak istedi.
Ama yine yapamadı.
Bir oyuncak gibi öylece kaldı.

Ayı-insan yavaşça yaklaştı.
Ve bıçağı sapladı.
Bir.
İki.
Üç.
Dört…

Bekir’in karnı lime lime açılıyordu. İç organları artık dışarı çıkıyordu.
On.
Tam on kez bıçak saplandı.

Bekir oracıkta…
Kıpırdamadan…
Çığlık atmadan…
Can verdi.

Günlerden sonra apartmanda kapı çalındı.
Ev sahibi, kira için gelmişti.
“Bekir Bey? Orada mısınız?”
Cevap yoktu.
Bekir hep susmuştu zaten.
Yedek anahtarla içeri girdi.
Bir anda geri geri çekildi.

Hemen polisi aradı.
Olay yeri…
Sessizlik…

Salondaki manzara şuydu:
Bekir, kanlar içinde koltukta hareketsiz yatıyordu.
Elinde bir bıçak vardı.
Karnı on yerinden delinmişti. Organları dışarı sarkmış, kurumuş kan koltuğu kirletmişti.
Yüzünde donuk, boş bir ifade…
Televizyon açıktı.
Ekranda bir video dönüyordu: “Harakiri: Onurlu Ölümün Adımları.”

Ve köşede…
Küçük, masum gibi görünen bir peluş ayıcık.
Hâlâ sessiz.
Hâlâ kıpırdamadan.
Sadece öylece oturuyordu.

Hiçbir polis ona bakmadı.

Hiç kimse onun ne olduğunu sormadı.

Polisler ve ekipler rapora "İntihar" dedi

Ama ayıcık, sanki her şeyi biliyordu.

Yorumlar