AİLE

 

Bir şeyler başarmaya çalışan o genç, çoğu zaman kendini rüzgârın önünde savrulan bir yaprak gibi hissediyordu. Günlerce, haftalarca, bazen aylarca uğraştığı işler elinde tuz buz oluyor, emeği daha yolun başında paramparça oluyordu. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sonuç hep aynıydı: başarısızlık.

Ama asıl acı olan bu değildi. Asıl acı olan, aynı yollardan kolayca geçen başkalarının, hiç ter dökmeden, neredeyse oyun oynar gibi, onun hayalini kurduğu yerlere ulaşmasıydı. Bu manzara her defasında kalbine ağır bir taş gibi oturuyor, nefesini kesiyordu. İçinde bir yer sessizce haykırıyordu: “Neden onlar bu kadar kolay, ben bu kadar zor?”

Yorgun adımlarla eve döndüğünde ise sığınacak bir liman bulamıyordu. Ailesi, çoğu zaman farkında bile olmadan, sözleriyle daha derin yaralar açıyordu. “Yine mi olmadı?”, “Böyle giderse senden bir şey çıkmaz!”, “Bak falanca neler yapıyor…” gibi cümleler, bir bıçak gibi saplanıyordu ruhuna. Susuyor, başını öne eğiyor, ama içindeki kırık dökük duvarların çöküşünü kimse duymuyordu.

Kendi içinde sessiz bir savaş veriyordu. Bir yandan tükenmiş, bir yandan da hâlâ o küçücük umut kıvılcığına tutunmaya çalışıyordu. Çünkü kalbinin en derininde, her şeye rağmen, bir gün kendi yolunu bulacağına inanan bir tarafı vardı.

Zihninin üzerine çöken yorgunluk, artık bedenine de sinmişti. Ne kadar dinlenirse dinlensin, uyansa da uyumasa da aynı ağırlık omuzlarına çöküyordu. Bir gecenin sonunda, yatağına uzandı, başını yastığa koydu. O anda bile içini kemiren huzursuzluk geçmiyordu. Kendi evinde olmasına rağmen yabancı gibi hissediyordu; sanki duvarlar, eşyalar, hatta kapı kolları bile ona ait değildi. Ev, ev değil de içinde kaybolduğu soğuk bir bina gibiydi. Yalnızca nefes alacak bir köşe bulmak için varlığını sürdürüyordu.

Gözleri kapanırken, zihninde hâlâ ailesinin sözleri yankılanıyordu: “Yine mi olmadı? Böyle giderse senden bir şey olmaz…” Her cümlenin ucu zehirli bir ok gibi kalbine saplanmış, uykusuna bile sızmıştı. Ve öylece, huzursuz bir karanlığa bırakmıştı kendini.

Ertesi sabah gözlerini açtığında ilk his, gariplikti. Oda aynı odaydı ama aynı değildi. Perdeler dalgalanıyor gibiydi, renkler biraz daha soluk, biraz daha fazla bulanıktı. Zaman sanki ince bir sisin ardında akıyordu. Gerçeklik, rüya gibi; rüya, gerçek gibi. Yatağından kalkarken ayakları yere basıyor, ama zeminin sertliğini tam hissedemiyordu.

Titrek bir adımla dışarı çıktı. Mutfağa doğru ilerlediğinde ailesinin sesleri geliyordu. Kapıdan girip kahvaltı masasına oturdu. Ama yine her zamanki gibi… çekimserdi. Omuzları düşük, gözleri masanın üzerinde, nefes almaktan bile utanıyormuş gibi. Ailesinin yanında bile yabancı gibiydi; masada değil de sahte bir sahnede oturuyormuş gibi hissediyordu.

Ve o an fark etti: bu dünya, bu masa, bu kahvaltı… her şey aynı ama bambaşka. Sanki hayatı bir adım kaymış, gerçeğin başka bir katmanına düşmüştü.

Kahvaltı masasında sessizce oturuyordu. Çekingen elleriyle tabağındaki zeytine uzandı, çatalını kaldırdı, tam ağzına götürecekti ki... beklenen, ama bir türlü alışamadığı o ses yine yükseldi:

“Ne olacaksın lan sen? Hiçbir işe yaramıyorsun!”

Sözler havada ağır bir taş gibi çarptı. Önceden de duymuştu bunları, defalarca… ama bu sefer farklıydı. Daha derin, daha yakıcı, daha acı vericiydi. İçinde yankılanan bu cümleler, yalnızca kalbine değil tüm bedenine saplanmış gibiydi.

Bir anlık donuklukla kasıldı. Çatal elinde kaldı, zeytin havada asılıydı. Yutkunamadı. Boğazı düğümlendi, nefesi yarıda kaldı. Göğsü daraldı, ciğerleri nefesi reddediyordu. Sanki boğazına görünmez bir ip dolanmıştı. Çırpındı, ama bedenini hareket ettiremiyordu.

Ve o an fark etti… Artık insan değil, sıradan bir nesne gibi hissediyordu kendini. Masadaki bardaktan, boş tabaktan bir farkı yoktu sanki. Görülüyor ama görülmüyor, orada ama yok.

Acının en keskin tarafı ise buydu: Ailesi, kendi çocukları boğulurken bile umursamıyordu. Onlar için tek önemli olan, yeni bir eleştiri, yeni bir suçlama bulmaktı. Dudakları hâlâ acımasızca kıpırdıyordu: “Hiçbir işe yaramıyorsun… Yaramayacaksın da…”

Oysa genç, nefes alamıyor, boğuluyordu. İçinde çığlıklar vardı ama dışarıya tek bir ses çıkmıyordu. Ve o anda, kahvaltı masasında bir hayat yavaş yavaş silinmeye başlıyordu…

Kahvaltı masasındaki sözler keskin bir bıçak gibi peş peşe geliyordu. Genç, nefessiz ve kıpırtısız halde, gözlerinde yaşlarla ailesine bakıyordu. Umutla, içten içe bir yardım eli bekliyordu. Ama o beklenen merhamet hiç gelmedi.

Derken annesinin ağzından çıkan cümle, her şeyin sınırını aştı:
“Keşke seni doğuracağıma taş doğursaydım…”

Ve işte tam o anda, inanılmaz, akıl almaz bir şey yaşandı. Genç, aniden kaskatı kesildi, bedeni deriden değil, sert kayadan yapılmış gibiydi. Derisi taşa dönüştü, damarlarının yerine soğuk çatlaklar yayıldı. Hâlâ içindeydi, hâlâ hissediyordu ama dışarıdan yalnızca kocaman, işe yaramaz, hareketsiz bir taş görünüyordu. Taşa dönüşmüş bir hayat… Taşa dönüşmüş bir ruh… Nefes almak imkânsız, kıpırdamak mümkün değildi. İçinde çığlık atıyor, “Kurtarın!” diye haykırıyordu ama dışarıya tek bir ses çıkmıyordu.

Oysa ailesi… görmüyordu. Gözlerinin önünde taş olmuş çocuklarını bile umursamıyorlardı. Anne susmadı, baba devam etti:
“Bırak ya… Bir bok olmaz bundan. Anca yatsın, yesin.”

O an, insanın midesini kaldıracak kadar iğrenç bir şey gerçekleşti. Genç, göz açıp kapayıncaya kadar taştan da öteye geçti: koca bir dışkıya dönüştü. Bedeni çözüldü, parçalandı, büzüldü. Çürük, dayanılmaz bir koku yayıldı etrafa. Eziliyordu, büzülüyordu. Ama en korkunç olan şu ki: bunların hepsini hissediyordu. İnsanca duygularla, masum bir ruhla o aşağılanmayı, o çaresizliği yaşıyordu.

Ailesi ise hiçbir şey olmamış gibi kahvaltısına devam ediyordu. Onlar için bu görüntü olağandı. Sanki yıllardır bok çukurunda yaşamaya alışmış gibiydiler. O pisliğin kokusunu fark etmiyor, kendi çocuklarının göz göre göre böyle bir hâle geldiğini anlamıyorlardı.

Gerçekte olan buydu: En temiz, en masum çocuklarını, kendi elleriyle, kendi acımasızlıklarıyla çürütüyorlardı. Ve farkında bile değillerdi.

Masadaki sessizlik, anne ve babanın yeni sözleriyle tekrar parçalandı. Bu defa eleştiri çok daha derinden vurdu. Çünkü sadece gencin yetersizliğiyle yetinmiyor, başka birini parlatıyorlardı.

“Bak, falancanın çocuğu neler yapıyor… Onun gibi ol biraz!”

O söz… belki de en ağır darbeydi. Çünkü artık yalnızca küçümsenmiyor, aynı zamanda kıyaslanıyor, değersizleştiriliyordu. Gencin kalbi göğsünde kırık bir ayna gibi paramparça oldu.

Ve tam o anda inanılmaz bir şey yaşandı: Masada adı geçen o övülen çocuk belirdi. Etten kemikten, canlı, gerçek. Sanki başka bir boyuttan çağrılmış gibiydi. Ailenin yüzü bir anda aydınlandı. Kahkahalar, şefkatli bakışlar, sıcak sözler… Hepsi o çocuğa yönelmişti.

Kendi evladı taş ve dışkı arasında çırpınırken, aile övdükleri çocuğu başköşeye oturttu. Ona ballı ekmekler sundular, sütünü doldurdular, “Sen bizim gururumuzsun!” dediler. Yetmedi, daha da ileri gittiler: O çocuğun ayaklarına kapanıp, alnını yere sürerek önünde eğildiler. Bir anne ve bir baba, kendi kanından olan evladını yerle bir ederken, başkasına tapıyordu.

Gencin gözleri korku ve çaresizlikle açılmıştı. İçinde çığlıklar yükseliyor, “Ben de insanım!” diye haykırmak istiyordu. Ama o çığlık, taşın ve çürümüş bedenin içinde boğulup kalıyordu.

Asıl trajedi şuydu: O övdükleri çocuk, altın tepside sunulmuş fırsatlarla gelmişti bulunduğu noktaya. Önünde yollar açılmış, engeller kaldırılmış, desteklenmişti. Başarı, onun için yalnızca bir adım uzaklıktaydı. Ama gencin payına düşen, dikenli yollar, yıkık köprüler ve sırtına yüklenen taşlardı.

Ve işte aile, kendi evladını bu yüzden hor görüyordu. Kendi imkânlarıyla çıkamadığı için, kendi savaşında kaybettiği için, o çocuğun gördüğü muameleyi hak etmiyordu.

Bir çocuk, kendi evinde Tanrılaştırılırken… diğer çocuk, kendi evinde yok sayılıyordu.

Bir hışımla doğruldu yatakta. Alnından soğuk terler akıyor, kalbi göğsünden fırlayacak gibi atıyordu. Gördüğü şey öylesine canlıydı ki, hâlâ boğazına taş gibi oturmuş bir düğümle nefes almaya çalışıyordu.

“Kabus…” diye fısıldadı kendi kendine. Ama hemen ardından gerçeği fark etti: Bu bir kabus değildi. Yalnızca hayatının çıplak bir yansımasıydı. Rüyasında taş olmuştu, dışkıya dönmüştü, kıyaslanmıştı… ama aslında her gün aynısını yaşıyordu. Onu taşıyacaklarına taş etmişlerdi, büyüteceklerine küçültmüşlerdi.

Asıl kabus, uyandığı hayattaydı. Onu en çok sevmesi gerekenler, en çok yaralayanlardı. Bir anne, bir baba… Çocuğunun nefesini, hayallerini, hatta insanlığını görmezden gelebiliyordu. Ellerinde altın fırsatlar olmayan bir evladı, değersiz sayabiliyorlardı.

Ve o an gencin zihninde bir cümle yankılandı, sanki kendi ruhundan kopup gelmiş gibi:

“Aileler bazen çocuklarının geleceğinin katili olabiliyor.”

Bu acı gerçek, ruhuna işleyen bıçaktan farksızdı. Çünkü biliyordu: Asıl öldüren, dış dünyanın sertliği değil, içerideki soğuk ellerdi.

Hiç öyle edebiyat yapmayacağım. Son olarak şunu söyleyeyim:

Siz ne boksunuz da, çocuklarınızdan da aynı şeyi bekliyorsunuz.

Yorumlar